Salgının başlangıcından bu yana dünyada yaşananlar bize ekonomik sistemimizin ve iş modellerimizin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Bununla beraber, doğa ve onun hayati öneme sahip eko-sistemleri ile bozulmuş ilişkimizin onarılmasının önemi de ortaya çıktı. Covid-19 öncesi normale dönüşün bir seçenek olamayacağı artık yaygın bir düşünce. 

Doğa ile etkileşim biçimimizi değiştirmemiz gerekiyor. Yaşadığımız krizden çıkabilmek ve gelecekte benzer krizleri önleyebilmek iş dünyasının ve kurumsal yönetişim mekanizmalarının sürdürülebilirlik olgusu çerçevesinde kurgulanmasıyla mümkün olacak. Sürdürülebilirliğe yatırımın çarpan etkisini kanıtlayan çok sayıda çalışma var. İklim değişikliğiyle mücadele; sürdürülebilir toprak, su ve orman yönetimi ve biyoçeşitliliğin korunmasının sağladığı çok sayıda ortak fayda içeriyor.

Ancak bu sorunlarla mücadele, büyük miktarda kaynağın hızla harekete geçirilmesinin yanı sıra güçlü bir karar alma mekanizması altında kararlı biçimde eyleme geçmeyi gerektiriyor. İçinde bulunduğumuz kriz bize aynı zamanda hükümetlerin ve iş dünyasının bu büyüklükteki bir küresel acil duruma kararlılıkla cevap verebildiklerini de gösterdi. 

Şimdi dünyanın sürdürülebilir ve dirençli bir geleceğe yönelik hızlı dönüşümü için Covid-19 sonrası ekonomik iyileşme sürecinde küresel ekonomik modeller ve gıda sistemlerinde ihtiyaç duyulan önemli değişikliklerle ilgili tartışmalara bakalım. 

Döngüsel ekonominin önemi

Sanayi devriminin 250 yıl önce ortaya çıkışından bu yana; ekonomik sistemimiz kitlesel üretim, sınırsız tüketim ve kısa vadeli yaklaşımı benimseyen bir kültürün artan hakimiyeti altında. Bu yaklaşım aynı zamanda, çevresel etkiler başta olmak üzere çok sayıda dolaylı maliyeti dışsallaştırma ve göz ardı etme eğiliminde. Ancak günümüzde dışsallaştırılan ve göz ardı edilen bu unsurların gezegenimiz için artan ölçüde önem taşıdığı anlaşılmaya başlanıyor. Mevcut lineer ekonomik modelimizin gezegenimiz, barındırdığı kaynaklar ve toplumumuz üzerinde yarattığı baskı bizi bir kırılma noktasına getirdi.

Bu çerçevede döngüsellik olarak da bilinen, döngüsel ekonomi olgusu artan ölçüde belirleyici hale geldi. Basitçe açıklamak gerekirse, döngüsel ekonomi atığın ortadan kaldırılmasını ve kaynakların sürekli kullanılmasını amaçlayan bir ekonomik sistemi öngörüyor. Döngüsel sistemler; kaynak kullanımının, atık, kirlilik ve emisyon oluşumunun en aza indirildiği bir kapalı döngü yaratmak amacıyla yeniden kullanım, paylaşım, tamir, yenileme, yeniden üretim ve geri dönüşüm uygulamalarını benimsiyor. Döngüsel ekonomi ürünleri, ekipmanı ve altyapıyı daha uzun süre kullanımda tutarak söz konusu kaynakların üretkenliğini artırmayı hedefliyor. “Al, yap, at” üretim modeli üzerine kurulu geleneksel lineer ekonomi anlayışından farklı olarak bu yaklaşım “atığın” tamamının bir başka süreç için ‘gıda’ya dönüştürülmesini öngörüyor. Döngüsel iş modeli şirketlerin kaynak kullanımında akılcı davranarak daha fazla değer yaratma fırsatını merkeze alır. Şirketler, döngüsel iş modelleri sayesinde büyümelerini hızlandırabilir, rekabet güçlerini artırabilir ve risklerini azaltabilirler. 

Çanlar insanlık için çalıyor

Lineer iş modelleri kısa vadede karlılık sağlayabilmelerine karşın; şirketleri zaman içinde piyasa ve iş riskleri yanı sıra operasyonel ve yasal risklere maruz bırakıyor. Bu nedenle, döngüsel ekonomiye geçiş ihtiyacı hiç olmadığı kadar net hale geldi. Son yayınlanan Küresel Döngüsellik Boşluk Analizi Raporu’na (Circularity Gap Report) göre, dünya ekonomisi yalnızca yüzde 8,6 oranında döngüsel. Bir başka deyişle, ekonomiye giren madenlerin, fosil yakıtların, metallerin ve biyokütlenin yalnızca yüzde 8,6’sı yıl içinde yeniden kullanılıyor. İki yıl önceki ilk Küresel Döngüsellik Raporu’nda ise bu oran yüzde 9,2 olarak tespit edilmişti. 

Döngüsel yaklaşımı benimseyen ve bu yaklaşımı stratejilerine ve karar alma mekanizmalarına yansıtan şirketler daha dirençli hale gelecekler. Covid-19 deneyiminden alınan açık bir ders, şirketlerin gittikçe sıklaşan aşırı hava olayları ve bulaşıcı hastalıklardan kaynaklı artan salgın riski gibi yükselen sistemik riskler karşısında direnç geliştirmeyi öncelik haline getirmeleri gerektiğini gösterdi. Zira, insan kaynaklı küresel ısınma ve çevre kirliliği sonucu her iki riskin de önümüzdeki dönemde daha da artması bekleniyor. Döngüsel ekonomi ve döngüselliği artırmaya odaklılık; bir şirketin yıkıcı sistemik riskler dolayısıyla artan ölçüde riskli hale gelen karmaşık küresel tedarik zincirlerine bağımlılığını azaltarak ve kendine yeterliliğini artırarak daha dirençli hale gelmesinde belirleyici rol oynayabilir. 

Kaynakların gittikçe kısıtlı duruma geldiği bir dünyada, finansal değerin çıkarılan ham maddenin ürüne dönüştürülmesi biçiminde algılandığı düşünce biçimi geçerliliğini yitirdi. Öte yandan, döngüsellik ise finansal hizmet değerini mevcut varlıkların en uygun hale getirilerek mümkün olduğunca uzun süre korunması olarak görüyor. Bu sayede birincil kaynak kullanımı ve atık üretimi gittikçe azalacak. Kaynaklar, finansal değer ve emisyonların küresel ekonomideki iç içe geçmiş rolü dikkate alındığında; Kitle – Değer – Karbon (Mass-Value-Carbon - MVC) bağı (nexusu) olarak bilinen olgu söz konusu üç unsuru bir araya getiren bir kavramsal çerçeve sunuyor. MVC nexusu şirketlerin; kaynak verimliliği, finansal değer üretimi ve iklim emisyonları olmak üzere döngüsellik açısından kritik önemdeki üç unsuru kullanarak temel değişkenlerini belirlemelerine ve değerlendirmelerine yardımcı oluyor. MVC yaklaşımı finansal değer yaratma, karbon ayak izi ve azaltım potansiyeli yanı sıra kaynak tüketiminin bütüncül biçimde ele alınmasını sağlıyor. Bu çerçevede, döngüsellik prensibi barınma, ulaşım, beslenme gibi toplumsal ihtiyaçların en iyi şekilde karşılanmasına yönelik bir değerlendirme yapmayı mümkün kılıyor. Üç boyutlu bir MVC perspektifi MVC denklemi içindeki üç unsur arasındaki ilişkiyi, sinerjiyi ve alışverişi analiz etmemize yardımcı oluyor.

Yalnızca yüzde 9 oranında döngüsel bir dünyanın sürdürülebilir olmadığı açık. Artan kaynak sıkıntısı ve dünya ekonomisinin hızla karbonsuzlaştırılması ihtiyacı bizlere ‘al-yap-at’ ekonomik modelinden hızla uzaklaşılması gereğini gösteriyor. 

Günümüzde insanlığın bir yılda kullandığı kaynak miktarı ve ortaya çıkardığı atık miktarı yeryüzünün kapasitesinin 1.75 katına denk geliyor. Dünyada uygulanan lineer ekonomik modelin savurgan olduğu ve BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ve Paris Anlaşması ile tam bir çelişki içerisinde olduğu açık. Kısaca özetlemek gerekirse, döngüsel gündem ve düşük karbon taahhüdü birbirini tamamlayan ve destekleyen unsurlar. 

KPMG olarak, karbonsuzlaşma ve döngüsel ekonomi konularının her ikisine de büyük önem veriyoruz. Döngüselliğin ölçülmesine yönelik kurallar listesini tanımlayan ve bu yılın başında yayınlanan, Döngüsel Ekonomiye Geçiş Göstergeleri’ni (Circular Transition Indicators - CTI) WBCSD ile birlikte oluşturduk. CTI, şirketlerin operasyonlarının mevcut durumda ne ölçüde döngüsel olduğunu rakamsal olarak değerlendirmelerine imkan sağladığı gibi gelişime yönelik hedef belirlemelerine ve izlemelerine de yardımcı oluyor. Türkiye’de ve dünyada, şirketlerin ürün ve operasyonlarına yönelik döngüsel stratejiler ve iş modelleri geliştirmelerine ve uygulamalarına destek olduğumuz tamamlanmış ve devam eden yüzlerce projemiz bulunuyor.

İş dünyasının modern çağda ayakta kalabilmesi ve gelişebilmesi için acilen sürdürülebilir ve karbonsuz bir ekonomiye geçiş yapması gerekiyor. Bu sürecin en belirleyici unsurlarından biri ise döngüsel iş modellerinin hızla benimsenmesi ve geliştirilmesi olacak. 

Gıda sisteminin dönüşümü

Salgın süreci iyi işleyen ve sürdürülebilir bir küresel gıda sisteminin önemini ortaya koydu. Gıda sistemi, üreticilerin, tüketicilerin, farklı aşamalarda girdi sağlayan tedarikçilerin, lojistik hizmeti verenlerin ve piyasa kanallarının yer aldığı karmaşık bir ağı içeriyor. Birleşmiş Milletler’e bağlı pek çok kurumun yanı sıra sivil toplum örgütleri de ülkeleri salgın sürecinde gıda tedarik zincirini sekteye uğratmayacak şekilde çözümler geliştirmeleri konusunda uyardı. Buna karşın, sınır kapatma uygulamaları, karantinalar ve ihracat yasaklarını içeren ve insanların gıdaya erişimini kısıtlayan çok sayıda sistemi bozan tedbirle karşılaşıldı. 

Örneğin, dünyanın en büyük buğday ihracatçısı ve Türkiye’nin ithalat partnerlerinden biri olan Rusya, Nisan ve Haziran 2020 döneminde, buğday üreten bölgelerindeki Covid-19 salgını nedeniyle, tahıl ihracatına yönelik kota uyguladı. Söz konusu tedbirler -toplumun yaşamsal öneme sahip mikro ve makro besinlere erişimini kısıtladığından - kıtlıklara neden olabiliyor. Halen devam eden bir araştırma Rusya, Ukrayna ve Kazakistan tarafından uygulanan ihracat kısıtlamalarının Türkiye dahil olmak üzere pek çok ülkede besin kıtlığı olasılığını beş kat veya daha fazla artırdığını gösteriyor. Küresel gıda zinciri her zamankinden daha fazla iç içe geçtiğinden, zincirin sağlıklı işleyişi gıda arzı güvenliği için kritik önemde. 

Açlığa mahkum 100 milyon kişi daha

Salgının gıda ve tarıma yönelik daha geniş çaplı ve kalıcı etkileri de söz konusu. Bu çerçevedeki, en hassas gruplar içinde dünya çapında sayısı 500 milyon civarında olan küçük üreticileri, tarım işçilerini, mültecileri ve gelirinin büyük bölümünü gıdaya harcayan düşük gelirli şehir nüfusunu kapsıyor. Yoksul kesim çoğunlukla Covid-19 kriziyle baş edebilecek ekonomik ve sosyal güvenlik ağlarından yoksun olduğundan, dünyada yoksulluk artıyor. Dünya Bankası’nın yakın zamanda yayınlanan bir çalışması Covid-19’un 100 milyon insanı aşırı yoksulluğa (günde 1.90 dolar veya daha az kazanç) iteceği tahmininde bulunuyor. Bu sayı, salgın öncesi dönemde kronik beslenme yetersizliğiyle karşı karşıya olan ve çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu 900 milyon insana eklenecek! 

Covid 19 krizi nedeniyle, sürdürülebilir olmayan üretim ve tedarik uygulamaları ekosistemler üzerinde – toprak, su, ormanlar ve biyoçeşitlilik dahil olmak üzere – geniş çaplı bir bozulmaya yol açıyor. Söz konusu ekosistemler gıda sistemlerinin dünyanın büyüyen nüfusunu beslemeye devam edebilmesi için kritik öneme sahip. Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi Örgütü’ne (UNCCD) göre dünyadaki toprak alanlarının yüzde 25’inden fazlası önemli ölçüde bozulmaya uğramış veya bozulma sürecinde. Her yıl 5 milyon hektardan fazla orman alanı yok oluyor. Arazi kullanımındaki değişim ve bozulma çok büyük bir sera gazı emisyonu kaynağı olup toplam emisyonların yaklaşık yüzde 20’sini oluşturuyor. Küresel ölçekte tatlı su kaynaklarının yüzde 70’i tarım amaçlı kullanılıyor. Bitki ve hayvan türlerinin neslinin tükenme oranının, küresel ölçekte geçmiş 10 milyon yılın ortalamasına kıyasla 10 ila 100 kat daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Yaklaşık bir milyon bitki ve hayvan türü – toplam türlerin yüzde 25’ini oluşturan- biyoçeşitlilik kaybı nedeniyle tükenme tehlikesiyle karşı karşıya. Gezegenin kaldırabileceği sınırların oldukça ötesine geçtiğimiz mevcut durumda Covid-19 öncesi ‘normal’e dönüş bir seçenek olmamalı. 

Gıda güvenliğine yönelik en büyük tehdit iklim değişikliği. Küresel gıda arzı artan iklim şoklarına maruz kalıyor. Tahıl hasadı her yıl düşüyor, hasat miktarındaki dalgalanma artıyor ve üretim merkezleri iklim değişikliğinin etkilerine karşı hassas konumdaki bölgelere kayıyor. Ekosistemler arası ilişkilerin peş peşe etkileri tetiklemesine neden olabilecek kritik eşik unsurlarının varlığına ilişkin çok sayıda kanıt bulunuyor. Yakın zamanda TÜSİAD tarafından yayınlanan iklim değişikliğinin Türkiye gıda sektöründeki etkilerini inceleyen rapor, hem hammadde tedariği hem de ithalat ve ihracat kanalları üzerinden sektörün büyük risklerle karşı karşıya olduğunu gösteriyor.

Bu yıl Covid–19 krizine rağmen küresel gıda üretiminin iyi seviyede olacağının tahmin edilmesi şanslı olduğumuzu gösteriyor. Ancak gerçek bir iklim krizi ile karşı karşıya kaldığımız ve gıda sisteminin önemli bir bölümünün sekteye uğradığı veya aşamalı olarak yok olduğu bir sonraki seferde bu kadar şanslı olamayabiliriz. 

Covid-19 sonrası dönemde, küresel ve yerel ölçekte gıda sistemlerinin hızla dönüştürülmesine ihtiyaç var. Beslenme şekli ve gıda zincirlerinden kaynaklanan emisyonları azaltmamız ve bunun için beslenme alışkanlıklarımızı vejetaryen beslenme ve bitki bazlı protein içeren gıdalara geçecek şekilde hızla değiştirmemiz gerekiyor. Sağlıklı bir hayat için gereken mikro ve makro besinlerle ilişkili beslenme kalitesinin önceliklendirilmesine ihtiyaç var. Öte yandan gıdada israf ve kayıpların en az yüzde 50 oranında azaltılması gerekiyor. Ayrıca, doğa temelli onarıcı tarım uygulamaları ile üretimde verimliliğin artırılması bir başka gereklilik olarak karşımıza çıkıyor. Gıda sisteminin sürdürülebilir biçimde yeniden kurulabilmesi için kamu ve özel sektör yatırımlarını içeren geniş çaplı finansal kaynaklar harekete geçirilmeli. 

Mevcut gıda sistemimiz istikrarsız olup barındırdığı pek çok risk, yakın zamandaki Covid-19 tecrübemizin de gösterdiği gibi, sürdürülebilir tedarik zinciri kapsamında tüm şirketlerce öncelikli görülen riskler arasında. KPMG olarak şirketlerin sürdürülebilir tedarik zinciri risklerini azaltmalarına, şeffaflık dönüşümüne, bunun yanı sıra sorumlu tedarik ve döngüselliğe yönelik strateji ve uygulamalarını geliştirmelerine yardımcı oluyoruz. Ayrıca; şirketlerin, farklı boyutlarda ve sektörlerdeki tedarik zincirleri üzerinde sürdürülebilirlik etkisinin görünürlüğünü iyileştirmek için çalışıyoruz. Bu çerçevede şirketlere tedarikçilerinden güvenilir ESG (çevresel sosyal ve yönetişim) verisi toplamalarına yardımcı oluyor ve bu veriye yönelik uzman analizlerimizle temel risk ve fırsatları değerlendiriyoruz. 

Covid-19 sonrası yeşil iyileşme süreci iş dünyasını etkileyecek çok sayıda zorluğu barındıracak. Ancak bu zorlukları fırsata çeviren firmalar, sürdürülebilir gelecek inşası sürecinin bir parçası olacak. 21’inci yüzyılın büyük dönüşümü olarak anılacak bu süreçte iş dünyası önemli ve etkin bir rol oynayacak.